Murat Sevgi - Öküzü Kim Çaldı?!

Murat Sevgi

Öküzü Kim Çaldı?!

Murat Sevgi

Geçen sayıda yayınlanan “Eşelon ve Promis” başlıklı yazıya ikinci bölümü ile devam ediyoruz.

Tasarım Kültürü: Tasarımcıların bilgi seviyesi, içinde bulundukları toplumun bilgi seviyesi ile orantılıdır. Yüksek bilgi düzeyine sahip toplumlar, dolaylı olarak üst düzey tasarımcılara sahiptir. Ve bu tasarımcıların hayallerini gerçekleştirme olasılığı diğer toplumlarda yaşayan tasarımcılara göre daha fazladır.

Tasarımcılar hayallerini gerçekleştirmekte engeller ile karşılaştıklarında hayal üretimleri durmaz. Bu durumda dahi, hayal üretimleri sürer ve üretilmiş hayaller, tasarımcının zihninde birikir. Hayaller her geçen gün artar. Gerçeklenemeyen bu hayaller, tasarımcının laboratuarından, okulundan, evinden, kütüphanesinden ya da sohbetlerinden sızmaya başlar.

Sızan, tasarlanma imkânı bulamamış, deneysel verilere dayanmayan hayallerdir. Soyuttur ve bilimsel gerçekler ile desteklenmemiş olabilir. Bu desteklenmeme hali bilim dışı ya da bilime aykırı olmaktan kaynaklanmaz. Tasarımcı, daha o hayalin olabilirliğini sağlayacak mesnetleri (dayanakları) icât etmemiş olabilir. Sonuçta topluma o an içinde bulundukları teknolojik düzeyin çok-çok üzerinde teknolojileri tarif eden hayaller, bilimsel dayanakları olmaksızın dağılır.

Hayal Dünyası: Halk arasında, yarı bilimsel ortamlarda, hatta bilim dünyasında tartışılmaya başlanan bu hayallerin gerçekçi temelleri oluşmasa bile zamanla dogmalaşma ihtimali vardır.

Orta Çağ Avrupa’sında; «dünyanın tepsi gibi olması» ya da «bir öküzün boynuzları üzerinde durması» temelleri olmayan hayallere en önemli örneklerdir. Ve öylesine güçlü bir dogma haline gelmiştir ki; gerçeğin üstüne çıkmış, Galileo gibi bazı bilim insanlarının yargılanmasına sebep olmuştur.

Burada dünya ile ilgili hiçbir bilimsel veriye dayanmayan bir hayal, çok sayıda ‘inanan’ tarafından benimsenmiştir. Bu hayali kabul eden kitle o kadar çoğalmış ki sonunda; kalabalığın varlığı hayalin doğruluğunun ispatı haline gelmiştir.

Burası çok önemli: “Kalabalığın varlığı hayalin doğruluğunun ispatı haline gelmiştir!” demek, günümüz insanını “popüler kültürü” diye sömüren cahillikle aynı kökten beslenen bir durumdur.

İşte Kaos Burada Başlıyor: Çok kullanıcılı paylaşımlı hayaller ortaya atıldığı anda tartışılamaz hale gelir ve dogmalaşır. Bu dogma yine çok kullanıcılı hayal alemi ortaya çıkarır. Bu hayal alemini yıkmanın tek yolu; toplumu gerçekle yüzleştirmektir. Nitekim ilk uzay fotoğrafları çekildiğinde 60’lı yıllarda birçok gazetenin “Tepsi gibi değilmiş!” ya da “Öküzü kim çaldı?” tarzında manşetler atmış olması ABD toplumu için bile bir İRONİDİR!

Tarihsel Süreç: Yine aynı 60’lı yıllarda; elektronik devreler lambalı (katot tüplü) sistemlerden transistorlu sistemlere doğru bir geçiş yaşamaya başladı. Transistor, küçük, hafif ve ucuz bir devre elemanıydı. Transistor ile yapılan tasarımlar çok daha hızlı, yeni teknolojilere imkân veren çalışmalara kapı açtı. Aynı dönemde çoklu transistor devreleri şeklinde başlayan entegre devreler (yongalar) da hayatımıza girdi.

Transistor teknolojisinin etkilediği önemli sektörlerden biri haberleşmedir. Telefon santrallerinin temel yapısını oluşturan role devreleri yerini önce lambalara sonra da transistorlara bıraktı. İşte santral sistemlerinde insan devreden çıkınca; kim nereyi ne kadar aramış bunu kaydetmek gerekli oldu. Bu işlemin temel amacı ücret almaktı.

Telefon sisteminin ilk günlerinden bu yana, zaten konuşma yapan iki uç, aradaki santral sayesinde birbiri ile irtibat kurabiliyordu. Sistem, üzerindeki herhangi biri, hatta bağlanıp iki tarafında konuşmalarını dinleyebiliyordu. (Ama bunu kayıt etmek ya da insan dışı bir sisteme izletmek 60’lı yılların sonuna kadar mümkün değildi. Amerikan polisiyelerinde bina ankastresine tel bağlayıp hatta giren dedektifler doğru ve gerçekçi bir izleme şeklini örnekliyorlardı.)

Teknolojinin ‘Kişiselleşme’ Süreci: Dönüm noktası olarak, görülebilecek teknoloji devrimi 1980 de PC’lerin kullanıma girmesi ile bilgisayar teknolojisinin çok daha kalabalık bir kitle tarafından kullanılmaya başlamasıdır. O güne kadar sadece büyük sistemlerin kullanılıyor olması bilgisayarların merkezde, ‘santral’ konumunda olduğu ağların gelişmesine imkân veriyordu. Bu tür ağlara bağlı olanların kendi makinelerinde herhangi bir özellik bulunmuyordu. (Bunlar aptal terminal denilen makineler.) Zaten her yaptıkları ‘santralden’ geçtiği için herhangi bir izlenirlik algısına sahip değildiler. Ama PC ile birlikte bilgisayarın merkezde olduğu ağ yapıları (topolojiler) şekil değiştirdi.

Büyük bilgisayarlar çevresindeki kullanıcılar, artık merkezde, büyük bir bilgisayar olmadan da çalışabildi. Eski hiyerarşi bozuldu. Merkeziyetçi ağ yapıları yerini daha karmaşık sistemlere bıraktı. Artık ağlarda merkezi oluşturan bir kral olmaya biliyordu. Kullanıcılar, başka kullanıcılar ile iletişime geçtiler. Böylece her bilgisayar o kullanıcı ile özdeşleşmeye başladı. PC’nin adında da anlatılmaya çalışılan kişisellik («Personal» Computer) olgusu ilk tohumlarını bu tarihte oluşturmaya başladı. Kişisellik güçlendikçe veriler ve belgeler şahsileşti (şahsileşmek, TDK’ya göre kişiye özel hale gelmek demekmiş :). Şahsileşme o günlerde başladığı için bu verileri korumak ve kollamak zaten o güne kadar söz konusu değildi.

Öküz deyince hemen kişiselleştirenler oluyor ama bu sefer kişiselleştirme sırası bende! Bir sonraki yazıda; -sanal dünyada- “kişiselleştirme” meselesine boğazımıza kadar batacağız.

Hep sevgi ile kalın…

KÖŞE YAZARLARI
Murat Sevgi

Murat Sevgi

Yılmaz Çivici

Yılmaz Çivici

Nijat Ayvaz

Nijat Ayvaz

Mehmet Ali Esmer

Mehmet Ali Esmer

Atıf Mutlu

Atıf Mutlu